Not: Okumak üzere olduğunuz yazı 25 Haziran 2018 tarihinde mises.org’da yayınlanan Marx’s View of the Division of Labor” başlıklı makaleden çevrilmiştir.
İş bölümü, sosyal bilimcileri binlerce yıldır cezbeden bir konudur. Modern zamanların gelişinden önce, filozoflar ve ilahiyatçılar fikrin çıkarımlarıyla ilgilendiler. Platon, sosyal fonksiyonların sıkı bir şekilde ayrıldığı ve muhafaza edildiği bir topluluğu, toplumun nihai formu olarak gördü; toplum belirli fonksiyonel gruplara bölünecekti: savaşçılar, zanaatkarlar, vasıfsız işçiler ve yöneticiler. Aziz Pavlus, Korint’teki kiliseye ilk mektubunda, evrensel Kiliseyi bir vücut üzerinden tasvir edecek kadar ileri gitti: eller, ayaklar ve gözler vardır ve hepsi kafanın, İsa’nın, altındadır. Toplum bilimiyle ciddi bir şekilde ilgilenmeye niyeti olan herkes iş bölümü problemini çözmeye çalışmalıdır. Karl Marx da istisna değildi.
Marx basit bir ekonomistten fazlasıydı. Kelimenin tam anlamıyla bir sosyal bilimciydi. Sisteminin kalbinde insan üretimi konsepti yatıyordu. İnsanlık, Marx iddia etti, bütünüyle otonom bir türsel varlıktır ve bu bakımdan insan kedisini içinde bulduğu dünyanın tek yaratıcısıdır. İnsan, emeğinden bağımsız tanımlanamaz: “Bireylerin yaşamlarını ifade etme şekli kendilerinin ne olduklarını yansıtır. Bu yüzden onların ne oldukları üretimleriyle örtüşür, hem ne ürettikleriyle hem de nasıl ürettikleriyle.”[1] Marx’a göre insanın rasyonel bir şekilde üretimi organize ettiği gerçeği onu hayvanlardan ayıran şeydir. Üretim konsepti Marx için bir tür entelektüel “Arşimet noktasıydı.” İnsan yaşamının bütün alanları bu tek fikir açısından yorumlanmalıydı: “Din, aile, devlet, hukuk, bilim, sanat vs. yalnızca üretimin belli biçimleridir ve onun genel yasasının altında konumlanır.”[2] İnsan emeği konseptine bu total bel bağlama düşünüldüğünde, neden iş bölümünün tüm Marksist sistemde böyle önemli bir rol oynadığı oldukça anlaşılırdır.
Mülkiyete Karşı Emek
Marx’ın mükemmel insan toplumu tasavvuru vardı. Bu anlamda Martin Buber, Paths in Utopya’sına Marx üzerine bir bölüm eklemekte tamamen haklıydı. Marx kayıtlı insanlık tarihinden önce gelen bir toplumun varlığına inandı. Bu dünyada, insanlar yabancılaşma (alienation) duygusunu hissetmiyordu çünkü yabancılaşmış bir üretim yoktu. Bir şekilde(burada Marx asla açık olmadı) yabancılaşmış üretim modeline düştü ve buradan özel mülkiyet ortaya çıktı.[3] İnsanlar diğer insanların emeğine kendi amaçları için el koymaya başladı. Bu yolla, bir insanın emeğinin ürünü onu başkasına köle etmenin yolu olarak kullanıldı. Marx’ın 1844 kadar erken bir tarihte ifade ettiği bu tema Marx’ın daha sonraki bütün ekonomik yazılarının temelidir.
Bu yabancılaşmış emek sistemi altında, Marx iddia etti, insanın yaşam gücü ondan çalındı. İnsanın mevcut sorunlarının kaynağı, bu bakış açısında, iş bölümüdür. Marx için iş bölümü dünyayla ilgili yanlış olan her şeyin özüydü. O insanın gerçek özüne zıttı. İş bölümü insanı hemcinsleriyle karşı karşıya getirir; sınıf farklılıklarını yaratır; insan ırkının bütünlüğünü yok eder. Marx insanlığın birliğine neredeyse teolojik bir ilgiye sahipti ve onun iş bölümüne düşmanlığı bu yüzden totaldi(hatta totaliterdi).
Sınıf Savaşı
Marx’ın iş bölümü analizi Rousseau’nunkine son derece benzerdir.[4] Her ikisi de özel mülkiyet arzusunun iş bölümüne yol açtığını ve bunun daha sonra ekonomik farklılıklara dayalı farklı sosyal sınıfları doğurduğunu iddia etti. Marx’ın politika analizi bütünüyle bu varsayımın geçerliliğine bağlıdır. Ekonomik sınıflar olmadan, devlete ihtiyaç olmayacaktı çünkü devlet, tanım itibariyle, bir sınıfın üyelerinin, diğerinin üyelerini bastırmak için kullandığı sosyal kontrol aygıtından daha fazlası değildi.[5] Böylece, proletarya devrimi gerçekleştiğinde, proletarya sınıfı devleti burjuva kapitalizminin ve kapitalizm ideolojisinin kalıntılarını yok etmek için kullanmalı. Muhalefetin kökü kazınmalı; bu Komünist Manifesto’da ana hatlarıyla belirtilen meşhur “on adımın” anlamıdır. Bir kez muhalefet bütünüyle yok edildiğinde, artık devlete ihtiyaç kalmayacak çünkü yalnızca bir sınıf, proletarya, var olacak. “Sınıfları ve sınıf karşıtlıklarıyla beraber eski burjuva toplumun yerini, her bireyin özgür gelişiminin, herkesin gelişiminin koşulu olduğu bir birlik alır.”[6]
Marx aslında devrim sonrası komünist toplumda iş bölümünün bütünüyle yok edileceğine inandı. Bütün özelleşme ortadan kalkacaktı. Bu, ekonomik üretim ve rasyonel ekonomik planlama amaçları için, bütün insanların(ve bütün coğrafi bölgelerin) eşit yaratıldığını ima eder. Bu tam olarak Hristiyanların, muhafazakarların, ve liberteryenlerin her zaman reddettiği şeydir. Marx, Alman İdeolojisi’nde şunları yazar(1845-46):
“Hiç kimsenin özel bir aktivite alanına sahip olmadığı, fakat herkesin herhangi bir dalda yetenekli olabildiği komünist toplumda, toplum genel üretimi düzenler ve böylece benim için bugün bir şeyi ve yarın başka bir şeyi yapmamı olanaklı kılar; avcı, balıkçı, çoban ya da eleştirmen olmadan, sabah avlanıp, öğleden sonra bağlığa çıkmam, akşam hayvan yetiştirip, akşam yemeğinden sonra da eleştirmenlik yapmam mümkündür.”[7]
Ütopik Bir İdeal
Ciddi ekonomik literatürde daha ütopik bir idealle karşılaşılamaz. Bazı yorumcular Marx’ın daha sonra bu radikal görüşü terk ettiğini düşünse de bu tür bir sonucu destekleyen kanıt yetersizdir. Daha açık sözlü Engels esasen yapmış olsa da Marx asla açık bir şekilde bunu reddetmedi. Marx bu görüşü bırakmış olsa bile, temel problem hala ortada kalacaktır. Komünist toplum, modern endüstriyel toplumun zenginliğini mümkün kılan emeğin özelleşmesini terk edip aynı zamanda modern seri üretim metotlarını nasıl sürdürebilir? Komünist cennet, insanlığı, insanlık tarihi boyunca insanların çoğunu açlığa yakın koşullarda tutan ilkel, hayli verimsiz, niteliksiz, düşük sermaye yoğunluğu olan üretim tekniklerine düşmekten nasıl kurtarabilir?
“Devrim sonrası” ekonomik üretim problemi Marx için ciddi bir ayak bağıydı. Sözde “proletarya diktatörlüğü” dönemi boyunca birçok üretim ve özellikle dağıtım probleminin olacağını kabul etti. Bu dönem, “uzun doğum sancılarının ardından kapitalist toplumdan çıkıp dünyaya geldiği şekliyle komünist toplumun sadece ilk aşamasıydı.”[8] Bununla birlikte, “komünist toplumun daha yüksek aşamasında” ekonomik adalet kuralı bir gerçeklik haline gelecektir: “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyaçlarına göre!”[9] Bunu başarmak kolay olacaktır çünkü serbest bırakılmayı bekleyen büyük miktarlardaki zenginlik kapitalist üretim tekniklerinin bağlarından ve prangalarından kurtulacaktır. Mises’in dikkat çektiği gibi, “Marksist teorinin altındaki zımni fikir şudur: doğal üretim faktörlerinin tasarruf edilemeye ihtiyacı yoktur.” Marksist filozof Maurice Cornforth, Mises’in marksistlerin kıtlığı, yaşadığımız dünya düzeninin temel bir gerçeği olarak görmekten ziyade kurumsal kusurların bir ürünü olarak gördüğü şeklindeki şüphesini doğruluyor:
“Kıtlıkların nihai ve son ilgası komünist bir topluma girmek için ekonomik koşulu oluşturur. Ürünlerinin toplumsal olarak el koyulduğu toplumsallaşmış bir üretim olduğunda, bilim ve bilimsel planlama mutlak bolluğun üretimiyle sonuçlandığında ve emek, herkesin, kişisel eğilimlerinden ödün vermeden, çalışma kapasiteleriyle ortak birikime katkı sunabileceği kadar çok aydınlanmış ve organize edilmiş hale geldiğinde, herkes ihtiyaçlarına uygun olan bir pay alacaktır.”[11]
Kim Planlayacak?
Marksistler için kritik problem komünist planlama sorusudur: Üretim nasıl idare edilecek? Toplum hangi standartlarla kıt kaynakları tahsis edecek? Kıtlığın ilgasına ilişkin olarak Marx’ın kişisel hayalleri ne olurla olsun, kaynakların arzı sınırlıdır. Bu gerçek nedeniyledir ki toplum üretimi planlamalı. Marx bu aktiviteyi insanın tanımının temeli olarak gördü, fakat bu aktivite kıtlığın varlığını ima eder, Marksizme özgü bir paradoks. Otomobillerin ağaçlarda yetişmediği gerçeği olduğu gibi duruyor. Birisi buzdolaplarının sayısına kıyasla ne kadar otomobil üretilmesi gerektiğine karar vermeli. Planlama bütün ekonomik üretime içkindir ve Marx bunun farkındadır: “Modern evrensel ekonomik ilişki yalnızca herkes tarafından kontrol edildiğinde bireyler tarafından kontrol edilebilir.” Fakat “herkes” nasıl kendi tercihlerini ifade edebilir? Eğer özel mülkiyet yoksa(ve dolayısıyla serbest piyasa ekonomisi) ve eğer devlet planlaması(politik planlama) da yoksa o zaman hangi malların üretileceğine ve hangilerinin üretilmeyeceğine kim karar verir? Murray Rothbard bu ikilemi çok doğru bir şekilde ifade etti:
“Özel mülkiyeti, özellikle de sermayeyi, reddederek sol sosyalistler içsel bir çelişkiye düşerler: Eğer devrimden sonra devlet yok olacaksa(Bakunin’e göre hemen, Marx’a göre kademeli olarak sönümlenir) o zaman “kolektif” ismen olmasa bile, kendisi muazzam bir devlete dönüşmeden nasıl kendi mülkiyetini işletecek? Bu ne Marksistlerin ne de Bakunistlerin çözebildiği bir çelişkiydi.”[13]
Kıtlık Problemi
Üretimi koordine etme ihtiyacı, üretimin hafifletmek için tasarlandığı kıtlıkların varlığını ima eder. Eğer herkes istediği anda arzu ettiği her şeye sahip olsaydı, üretim gereksiz olurdu. Ham maddeler, mallara ya da dolaylı olarak servislere çevrilmelidir ve bu mallar bir yerden bir yere taşınmalıdır. Bu tip eylemler zaman(sermaye mallarının yatırımı üzerine faiz), planlama(başarı için kar ve başarısızlık için zarar) ve emek(ücretler) gerektirir. Kısaca, üretimplanlama talep eder. Hiçbir toplum “planlama ya da planlamama” problemiyle karşılaşmamıştır. Toplumun karşılaştığı sorun kimin planını kullanma sorunudur. Karl Marx serbest piyasanın planlamasının geçerliliğini reddetti çünkü serbest piyasa, paranın kullanımı da dahil olmak üzere, üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanır. Marx için para yabancılaşmış üretimin billurlaşmış özüdür; kapitalist dinamizmin kalbidir. Paranın kullanımını sonsuza dek ilga etmek onun tutkulu umuduydu.[14] Aynı zamanda, devletin merkezi planlamasının geçerliliğini de reddetti. “Birliğini” bir devlet olmaktan nasıl koruyabilir? Fabian yazar G. D. H. Cole sınıfsız bir toplumun neyi gerektirdiğini açıkça gördü: “Modern dünyada sınıfsız bir toplum, toplumun kendisinin politik bir fonksiyonu olarak gelirin dağıtımının kolektif olarak kontrol edildiği bir toplum anlamına gelir. Dahası gelirin bu kontrollü dağıtımı sınıf farklılıklarının gelişimine bir fırsat sunmayacak bir temelde yapılmalıdır.” [15] Diğer bir ifadeyle, sözde devletsiz dünyada politik bir fonksiyonun gerekliliği düşünüldüğünde, Marksistler, bir defasında Leon Trotsky tarafından öne sürülen uyarıdan nasıl kaçabilir: “Tek işverenin devleti olduğu bir ülkede, muhalefet ağır bir açlıkla ölmek anlamına gelir.” Çalışmayan yiyemez şeklindeki eski prensip yenisiyle değiştirilir: itaat etmeyen yiyemez.”[16]
Sonuç olarak, kıtlığın var olduğunun kabulü herhangi bir aklı başında sosyal analizin bir parçası olmalı. Hem geleneksel Hristiyan hem de Profesör Mises’in liberteryen bakışı, Rousseaucu-Marksçı iş bölümü görüşüne karşı durur. İnsanların doğal bir tüketme eğilimi vardır. Eğer zapt edilmezse, bu eğilim yağmayla, yıkımla ve hatta cinayetle sonuçlanabilir.
Üretme İhtiyacı
Tüketme arzusu, üretme istekliliğiyle ve üretimin meyvelerini alınan değere karşılık değer temelinde mübadele edilerek yumuşatılabilir. O zaman her insan, aynı hakkı diğerlerine de sunarak, yalnızca kazandığını tüketir. İnsanın eylemlerine ana kontrollerden biri ekonomik kıtlık gerçeğidir. İnsanların arzı ettiği zenginliği dirençli bir dünyadan çıkarmak için, iş birliği yapmaya zorlanırlar. İş birliği, serbest piyasada, gönüllü olabilir ya da bir tür politik varlık tarafından tepeden dayatılabilir.
Kıtlık ekonomik iş bölümünü zorunlu hale getirir. Belli yetenekleri olanlar kendi çıkarlarına ve toplumun çıkarlarına, aktivitelerini en verimli oldukları üretim alanlarında yoğunlaştırarak en iyi şekilde hizmet ederler. Eğer verimlilik arttırılacaksa, bu tür bir özelleşme gerekir. Eğer insanlar daha fazla maddi mallara ve daha fazla kişisel hizmetlere sahip olmayı arzu ediyorsa, etkili üreticiler olabilecekleri işleri seçmelidirler. Serbest piyasa düzenini destekleyenler her insanın kendi işlerini planlamak için uzak bir gözetmen kurulundan daha iyi donatılmış olduğu ve kendi mesleklerini arzularına, yeteneklerine ve hayallerine göre daha iyi seçtiğini iddia eder. Fakat, üretimi ister devlet ya da ister serbest piyasanın talebi yönetsin, iş gücünün özelleşmesi zorunludur. Bu özelleşme sosyal uyumu destekler; Eğer etkili, verimli bir ekonomik iş birliğine sahip olmak istiyorlarsa, iş bölümü insanları, birbirine karşı düşmanca eylemlerini kısıtlamaya zorlar.
Bu perspektiften, iş bölümü kolektif bir tekdüzelik gerektirmeksizin sosyal birliği destekler. İnsan farklılıklarını, coğrafi farklılıkları ve kıtlığın varlığını kabul eder; bu yolla, insanın temel, kaçınılmaz koşulları karşısında en iyi çözümü bulmaya çalışarak, dünyayı gerçekçi bir biçimde karşılar. Kısaca, ekonomik kıtlığın sebebi sosyalist ve Marksistlerin iddia ettiği gibi “deforme sosyal kurumlar” değildir; insanlığın koşullarının temelidir. Bu total özelleşmeyi tasdik etmese de, çünkü insanlar makine değildir, insanların gerçekliğin varlığını kabul etmesini talep eder. İş bölümünün sosyal teorisyenler tarafından pozitif bir sosyal fayda olarak kabul edilmesini talep eder.[17]
Kusurlu Bir Öncül
Marksist sistemin neden 19. Yüzyıl dünyasıyla bütünüyle anlaşmazlık içinde olduğunu ve neden pratikte bütünüyle işe yaramaz olduğunu anlamak isteyenler Marx’ın iş bölümüne karşı tutumunu incelemekten daha iyi bir şey yapamaz. Onun neden “komünist cennet için ayrıntılı planlar” oluşturmaktan imtina ettiği ve kapitalist sistemi hicvetmeye odaklandığı açık hale gelir: geleceğe bakışı ütopikti. Devrimin şiddetiyle insanların ıslah olmasını bekledi. Öbür dünya özünde farklı olacaktı: kıtlık olmayacaktı, savaş olmayacaktı ve nihayetinde kötülük de olmayacaktı. Bu topluluğun yasaları, burjuva kapitalizmi altında işleyen yasalarla uyumlu olmayacaktır. Bu yüzden, Marx çoğunlukla gelecek olan cennet hakkında sessiz kalmıştır. Kalmak zorundaydı. Dünyanın gerçekleriyle gelecek umutlarını bağdaştırmanın bir yolu yoktu. Marx bir hayalperestti; zamandan, kıtlıktan, ve dünyevi sınırlamalardan kaçmak istedi. Ekonomik analizleri bu dünyaya yönelikti ve bu yüzden bütünüyle eleştireldi; gelecek umutları ütopikti, gerçek dışıydı ve son tahlilde, diniydi. Onun tasarısı bir dindi – devrim dini.
1-The German Ideology (London: Lawrence & Wishart, 1965), p. 32.
2-"Private Property and Communism," The Economic and Philosophic Manuscripts of 1844, edited by Dirk J. Struik (New York: International Publishers, 1964), p. 136.
3-"Estranged Labor," ibid., pp. 116–17.
4-J.J. Rousseau, Discourse on the Origin of Inequality, in G.D.H. Cole (ed.), The Social Contract and Discourses (London: Dent, 1966), esp. pp. 195–208. Cf. Robert A. Nesbet, "Rousseau and Totalitarianism," Journal of Politics, V (1943), pp. 93–114.
5-German Ideology, pp. 44–45.
6-The Communist Manifesto (1848), in Marx-Engels Selected Works (Moscow: Foreign Languagues Publishing House, 1962), I, p. 54. For a critique of this view of the State, see my study Marx's Religion of Revolution (Nutley, New Jersey: Craig Press, 1968), p. 112.
7-German Ideology, pp. 44–45.
8-Critique of the Gotha Program (1875), in Marx-Engels Selected Works, II, p. 24. This is one of the few places in which Marx presented some picture of the post-Revolutionary world.
9-Ibid.
10-Ludwig von Mises, Socialism (New Haven: Yale, [1922] 1951; London: Jonathan Cape, 1969), p. 164.
11-Maurice Cornforth, Marxism and the Linguistic Philosophy (New York: International Publishers, 1965), p. 237.
12-German Ideology, p. 84.
13-Murray N. Rothbard, "Left and Right: The Prospects for Liberty," Left and Right, 1 (1965), p. 8.
14-"On the Jewish Question," (1843–44), in T.B. Bottomore, Karl Marx: Early Writings (New York: McGraw-Hill, 1964), pp. 34–40.
15-G. D. H. Cole, The Meaning of Marxism (Ann Arbor: University of Michigan Press, [1948] 1964), p. 249.
16-Leon Trotsky, The Revolution Betrayed (1936), quoted by F. A. Hayek, The Road to Serfdom (University of Chicago Press, 1944), p. 119.
17-Mises, Socialism, pp. 60–62.
Yazar: Gary North İngilizceden Çeviren: Hasan Kemal K.
Komentarze